16 Mayıs 2011 Pazartesi

Dünya ortadan ikiye ayrılıyor

Evet yanlış duymadınız Dünya ortadan ikiye ayrılıyor...
36 yaşındaki İngiliz fotoğrafçı Alex Mustard Kuzey Amerika ve Avrasya kıta plakaları arasına daldı...

Mustard'ın çektiği kareler iki kıta arasındaki mesafenin daha da açıldığını ortaya koydu...

İzlanda açıklarına dalan fotoğrafçı iki kıtanın ayrılmasını böyle görüntüledi...

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Ah Contorium Sen Neymişsin ? Abime itafen yazıyorum bu yazıyı..

Arkadaşlar bu Contorium denilen olay dünyada az miktarda olan ve cok önemli bir mineral olup simgesi con atom numarası 90 kütle numarası 367,4 ‘tür.
Contorium
ve bu maden sadece dünyada İstanbul Boğazının Derinliklerinde bulunduğu Haberini alan ABD ülkemiz üzerine odaklanmış durumda.
hatta Contorium Hakkında google da araştırma yapılmasını bile yasaklayan ABD ülkemiz üzerinde büyük oyunlar oynamaya devam ediyor.
Irakı işgal etmesının sebeplerinden biride Contorium minerali için ülkemizin diplerine yaklaşma planları oldugunu söyleyen uzmanlar, önümüzdeki günlerde amerika ile olası bir savaş olma ihtimalinin yüksek oldugunu söylüyorlar.
Araştırmalarıma göre bu elementin çoook öncelerden bilindiği hatta windows 98 zamanlarına dayanıyormuş contoriumun adının yasaklanması  Bill Gates abimiz con adında dosya bile açılamaz halde olan win 98 i daha sonraları değiştirmek istemiş izin vermemişler..
Aslında contorium çok çok eskiden de bilinen bi element ki periyodik cetvelin kurucusu olan Dimitrimendelyev Rus hükümeti baskısıyla 90 numarayı boş bırakması daha sonra buraya Thorium u yerleştirmesi asla tesadüf olamaz .. çünkü Thorium bildiğimiz üzere manisa-Gördes de çıkarılıyor olup buraya İstanbul'la olan mesafe kuzeyden 364,7 km dir ki bu da contoriumun kütle numarasıdır..
Şimdi bu "Çılgın Projelerimiz" yapıladursun bizde sevinelim mi? değil .. :)
Arkadaşlar bu proje şuan Japonların elinde ve anlaşmaya göre çıkarılan değerlki maden veya bilimum eserler de olabilir bu çalışmaları yapılan firmaya ait olacağından contoriumdan hiçbir şekilde yararlanamıyacağız bu da demek oluyor ki bizde nükleer de olsa bu sefer ABD engellediğinde olay zararlı radyasyon yayıyorsunuz kapatına geldiğinde zarara uğrayacağımızdır.. ki bırakın ABD yi diğer avrupa ülkelerinin de gözü üstümüzde olucak bu da süreci zora sokan bi olay olarak karşımıza çıkar ki hep geriye daha geriye sloganıyla dünyaya kendimizi tanıtabiliriz..
Bugün ABD, AB, bilimum Asya ülkeleri, Avustralya, Antartika ve Afrika contorium mineralinin peşinde!
Türkiye'de Tahmin edilen rezerv ne kadar?
127.000 ton! Değeri ne kadar? 23 trilyon dolar! Toplam borcumuz ne kadar? 280 milyar dolar!
Türkiye aslında çok zengin bir fakir ülke!
Pekiii Batılı ülkeler tarafından içimize sokulan basınının adamları ne diyor biliyor musunuz geçenlerde?
'Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar zengin bir ülkedir'
Tehlikenin farkındamısınız!!!!


Peki batı bu madenlere ulaşmak için ne tipte bizans oyunları yapıyor?? Sadece istanbul boğazı ve haliçte bulunan bu mineralini ele geçirmek için başta bedavaya haliçi temizleme önerisinde bulundular! Şimdiyse durmadan boğazdan yalı alıyorlar. Satın alınan yalılara hiçbir TÜRK'ün girememesi ve bu yalılarda tuhaf araştırmalar yapılması sizce tesadüf mü?

Dubai Kuleleri Gerçeği:
Peki merak ettiniz mi, neden Dubaililer (yani aslında perde arkasındaki Amerikalılar) birden bire İstanbul'a bu kadar yüksek yapılar inşa etmeye heveslendiler ve milyarlarca doları bize (yani bu işe) yatırmaya karar verdiler…
İki kıtanın birleşim yerindeki farklı tektonik yapı acaba hangi elementin benzersiz ve mükemmel oluşum şartlarına ev sahipliği yapıyor?
Peki başka ne şekilde, yabancı bir ülkenin en büyük şehrinin ortasında, hiç engellenmeden (hatta alkışlanarak) yerin yüzlerce metre altında jeolojik araştırmalar yapabilirsiniz?..... 

Bize düşen şuan iyice konuyu araştırmak ucunu bırakmamak ve gerekirse millet olarak nimetlerimizden yararlanmak adına tek yürek olup gücümüzü göstererek kimseye pabuç bırakmamak olmalıdır..
ARKADAŞLAR;
CONTORIUM İSİMLİ DOSYA AÇILAMAMASININ SEBEBİNİN 'console'UN KISALTMASI OLDUĞUNA DAİR MOSSAD VE CİA GÜDÜMLÜ AÇIKLAMALAR VAR. FAKAT ŞU NOKTAYA DİKKATİNİZİ ÇEKİYORUM. TÜRKİYE'DE CONTORİUM'UN ADI İLK OLARAK 93 YILINDA GEÇTİ. KONU İLE İLGİLİ OLARAK AÇIKLAMA YAPMAK İSTEYEN BİLİM DÜNYASINDAN İNSANLAR SUSTURULDU. O SENE BOĞAZ YALILARINA YABANCI BANKALAR VE ARAP ŞEYHLERİ NORMALİN ÜSTÜNDE BİR İLGİ GÖSTERDİLER. BİR SENE SONRA ÇIKAN WİNDOWS 95 İŞLETİM SİSTEMİNDE CON İSİMLİ KLASÖR AÇILAMADIĞI GİBİ CONTORİUM'UN İZOTOPLARI OLAN COM1 VE COM2 DE İSİM OLARAK AÇILAMIYORDU. SİZCE GÜYA İŞLETİM SİSTEMİYLE ALAKALI OLAN BU KISALTMALARIN DOSYA KLASÖR İSMİ BİLE OLAMAMASI BİR TESADÜF MÜYDÜ? ELBETTE HAYIR. TABİİ Kİ DE CONTORİUM MİNERALİ AMERİKAN WİNDOWS İŞLETİM SİSTEMİNDEN DAHA DA ESKİ BİR TARİHE SAHİPTİ..


zaman ayırıp okuyanlara teşekkür ediyorum, lütfen çevrenizi bilinçlendirin. 

13 Mayıs 2011 Cuma

HARİTALAR

Harita Babilin M.Ö. 3000 yıllarından kalma bazı levhaları bilinen bilinen en eski haritalar olarak kabul edilir. Ama gerçek haritaları ilk yapanlar yunanlılar olmuştur. M.Ö. 6. yüzyılda da bu haritalar dünyayı suların üzerinde yüzen bir disk olarak gösterir. Dünyanın yuvarlaklığına içten inanmış olan AristOteles yeryüzünde ılıman ve tropikal kutup bölgelerinin varlığını hayal etmiştir. M.S. 2. yüzyılda da ptolemaios çağının coğrafya ve haritacılık üstündeki bilgilerinin ilgi çekici bir sentezini yapmıştı ama batı Avrupa bu çalışmalardan çok uzun bir süre habersiz kalacaktı. Pusulanın icadından sonra 14. ve 15. yüzyıllarda dünyayı keşfe çıkan İtalyan, Portekiz ve İspanyol gemicilerinin kullandığı kılavuz haritaları hazırlandı. Daha sonra açık deniz gemiciliği yeni keşifler sonucu gelişince yeni bulunan bölgelerin kusursuz bir haritasının çizilmesi zorunluluğu ortaya çıktı. Bu arada matbaa haritacılığın gelişmesini destekledi.
Dünya haritalarının yapılması 15. yüzyıldan sonra gelişmiştir. Keşiflerin çoğalması yeni yeni ülkelerin keşfi harita yapımına da yenilik getirdi. Bu işe büyük bir önem verilmesini sağladı bilimin gelişmesine uygun olarak haritalarda Günden Güne gelişti ve mükemmelleşti.

PEROVSKİT NEDİR ?

Perovskit, gezegenimizin toplam kütlesinin yarısını oluşturduğu tahmin ediliyor. Perovskit; Magnezyum, silikon ve Oksijenden oluşan bir mineraldir. Perovskit, gezegenimizin toplam kütlesinin yarısını oluşturuyor.
Dünya'nın katmanlarından manto, büyük ölçüde bu Maddeden oluşur; ya da bilimciler öyle tahmin etmektedirler: Şu ana kadar hiç kimse bu bölgeden bir numune alıp bu tahmini kanıtlamamıştır.
Perovskitler, adını 1839'da Rus mineralog Count Lev Perovski'den alan bir Mineral ailesidir. Perovskitler, süper iletkenlik (normal sıcaklıklarda direnç olmadan Elektriği iletebilen bir madde) araştırmalarında aranan şey olduklarını kanıtlayabilir.
Bu, "yüzen" trenleri ve hayal edilemeyecek hızdaki bilgisayarları gerçek kılabilir. Şu anda süper iletkenler sadece çok düşük sıcaklıklarda (şu ana kadar kaydedilen en yüksek Sıcaklık -135°C) çalışıyor; bu da bunların kullanışsız olmasına neden oluyor.
Mantonun, perovskitin yanı sıra magnezyum-vustitten (göktaşlarında da bulunan bir tür Magnezyum oksit) ve az miktarda şistovitten (bu maddenin adı, Moskova Üniversitesi'nde yüksek lisans öğrencisi olan ve laboratuarında 1959'da silikon oksidin yüksek Basınç altındaki yeni bir biçimini oluş-turan Lev Shistov'dan gelmektedir) oluştuğu düşünülmektedir.
Manto, yerkabuğu ile çekirdek arasında bulunur Genel olarak mantonun katı olduğu varsayılır, ama bazı bilimciler bunun çok yavaş hareket eden bir Sıvı olduğunu düşünür. Bütün bunları nereden biliyoruz? Volkanlardan püsküren kayalar bile yer yüzeyinin altındaki ilk 200 km'den gelir ve alt manto 660. km'de başlar. Sismik dalgaların titreşimlerini aşağıya doğru gönderip bunların karşılaştıkları direnci ölçerek, Dünya'nın iç kesiminin hem yoğunluğu hem de Sıcaklığı tahmin edilebiliyor. Bu tahminler daha sonra, yerkabuğundan ve göktaşlarından örneklerine sahip olduğumuz Minerallerin yapısı hakkında ve bu minerallere yoğun ısı ve yüksek basınç altında ne olduğu konusunda bildiğimiz şeylerle karşılaştırılabiliyor. Ama bilimdeki birçok şey gibi, bu da aslında bilgiye dayalı bir tahminden başka bir şey değil.

Gökkuşağı Neden Yuvarlaktır



Su damlası ve yakıcı güneş. İşte gökkuşağı bunlardan oluşur. Atalarımız gökkuşağından çok korkarlardı. Onu Tanrıların elçilerinin geçmesi için yapılmış bir köprü olarak görüyorlardı. Yağmur ve güneş ile ilişkisi ilk olarak milattan önce 310 yıllarında AristOteles tarafından ileri sürüldü. Günümüzde ise bir sır olmaktan çıktı.
Altından geçenin cinsiyetinin değişeceği veya yere değdiği noktada bir küp Altın gömülü olduğu lafları sadece şakalarda kullanılıyor. Zaten gökyüzünde sabit bir gökkuşağı oluşmuyor. Herkesin bakış yönüne göre, gördüğü gökkuşağı farklı yerde oluyor. Gökkuşağının görüldüğü yere doğru gidilince görülebildiği sürece kişiye hep aynı mesafede kalıyor.
Gökyüzünde gökkuşağı gördüğünüz vakit biliniz ki o yağmur damlalarından oluşmaktadır ama güneş kesinlikle arkanızdadır. Güneşin paralel ışınları başınızın üstünden geçerek yağmur damlalarına çarparlar. Yağmur damlaları burada ışığı renklerine ayıracak bir prizma görevi görürler.
Sarı gibi görünmesine rağmen güneş ışığı aslında beyazdır ve bütün renkler onun içindedir. Yağmur damlasının içine girince kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renklere ayrışır. Mor renk çemberin içinde kırmızı ise en dışındadır.
Yağmur damlası çocukken oynadığımız misket veya bilye gibi küresel saydam bir şekildedir. Güneş ışığı bu kendi tarafındaki yüzeyinden doğrudan içine girer. İçinde renklere ayrışır ve kürenin arka duvarına vurarak gerisin geriye yansır. Işığın damlanın ön yüzünden değil de arka yüzünden yansımasının nedeni içbükey, dışbükey mercek özelliklerindendir.
Ayrışmış renkler içbükey arka yüzden çeşitli açılarda yansımaları sonucu gözümüze sırayla dizili renklerden oluşmuş bir bant şeklinde görünüyorlar. Gökkuşağını görebilmek için Güneş, biz ve yağmur damlaları, muhakkak belirli bir açıda dizilmek zorundayız. Ama daha önemlisi milyonlarca yağmur damlasından yansıyan ışınların gözümüze geliş Açıları mutlaka aynı olmalıdır ki biz gökkuşağını görebilelim.
Yağmur damlalarından yansıyan ışınların gözümüzde odaklaşabilmeleri için bir daire şeklinde dizilmiş olmaları gerekir. Aslında o bölgedeki bütün yağmur damlaları gelen ışığı renklere ayrıştırarak yansıtırlar ama sadece bir yarım daire içinde olan yağmur damlalarından yansıyanlar gözümüze odaklaşırlar.
Biz de sadece o yağmur damlalarından gözümüze gelen renklerine ayrılmış ışınları görebildiğimizden gökkuşağını da yarım daire şeklinde görürüz. Bazen bir uçaktan veya yüksek bir dağdan baktığımızda gökkuşağını tam daire şeklinde görmemiz de mümkün olabilmektedir.
Güneş ne kadar yüksekse gökkuşağı dairesi de o kadar aşağı iner. Bunun içindir ki yedi renkli gökkuşağını sabah ve akşam yağışlarından sonra daha çok görürüz.
Genellikle fark edilmez ama gökkuşağı daima içice iki halkadan oluşur. İkinci kuşak pek dikkat çekmez. Bir ikinci zayıf kuşağın daha bulunmasının nedeni bazı güneş ışıklarının Su damlasının iç yüzeyine bir kez değil iki kez çarpmalarıdır. Böylece parlaklıklarını yitiren ışıklardan oluşan ikinci gökkuşağı zar zor görülür. Birinci kuşakta kırmızı renk şeridin en dışında iken ikinci kuşakta en içtedir. Diğer renklerin sıralamaları da terstir.

FOTON KUŞAĞI NEDİR?

Yüksek enerjili fotonlardan oluşan büyük bir kuşak. 2012 yılında güneş sistemimiz tüm gezegenleri ile birlikte bu kuşağa girdiğinde dünyamızın ozon deliği onarılacak ve tüm yaşam 3. boyuttan 5. boyuta geçecek. İnsanların 2 sarmallı DNA'ları ikişerli olarak biraraya gelip 12 sarmallı bir DNA'ya sahip olacaklar. Bu olay sırasında tüm insanların chakra'ları açılacak ve duyuları ve algılamaları artacak. Herkes birbirinin düşüncesini okuyabilecek. Bu ilk önce kısa süren bir kaosa neden olacak fakat daha sonra herkes bir düşünce birliği halinde bir araya gelerek, önyargının, yalanın ve kötü düşüncelerin olmadığı bir ortama geçilecek. İnsanlar birbirinin auralarını görebilecekler. 12 sarmallı DNA'ya geçiş sonrası insanlarda hiçbir hastalık kalmayacak, hasta olanlar kendilerini ve birbirlerini iyileştirebilecekler. İnsanlar ölümsüz olacaklar. Ölüm olayı ise fiziksel dünya'da kalmaktan vazgeçip başka bir boyuta geçmeye karar verme şeklinde olacak. Yani, dünya'da geri kalanlar (kalmayı seçenler) ölmeye (başka boyut gitmeye) karar verenlerin ortadan bir anda kaybolduğunu görecekler. Fiziksel dünyamızda kalmayı seçen insanların ışık bedenleri olacak ve bu cennete benzeyen ışıklı dünyada çok güzel vakit geçirecekler. Fiziksel olarak 2000 yıl sürecek olan bu olay sonrasında foton kuşağı güneş sistemimizi terkedecek. Foton kuşağı ilk kez ingiliz astronom Edmund Halley (1656-1742) yılında Pleiades takımyıldızlarını kuşatan gazımsı bir kuşak olarak gözlendi (Halley kuyruklu yıldızını da keşfeden astronom). Fredrick Wilhelm Bessel ise foton kuşağının dönüş hızını keşfetti (herbir yüzyılda 5.5 derece saniye). Jose Comas Sol Pleiades takımyıldızındaki güneş sistemlerini keşfetti. Paul Otto Hesse foton kuşağının kalınlığını saptadı (2000 ışık yılı). Güneş sistemimiz her 25.860 yılda bir Pleiades çevresinde bir tur dönmektedir. Yani, yaklaşık olarak her 12.500 yılda bir güneş sistemimiz bu foton kuşağının içine girer. Güneş sistemimizin foton kuşağının içindeki yolculuğu 2000 sene kadar sürer. Yani, foton kuşağından çıktıktan sonra tekrar foton kuşağına girmek için 10.500 yıl geçmektedir. Bu devrelerin alt devreleri de vardır ama üst devre 206 milyon yıl sürer.Foton kuşağının kendisinin de aurası var ve ilk aura katmanına (enerji seviyesine) 1962 yılında dünyamız (ve tüm güneş sistemimiz) girmiş durumda. Yani şu anda foton kuşağının düşük enerjili ilk kısmının içinde bulunuyoruz. Dünya'mız ikinci enerji seviyesine ise 1987 yılında girdi. 2012 yılında üçüncü enerji seviyesine girmesi sırasında 110-144 saat (5-6 gün) boyunca karanlıkta kalacağız. Üçüncü enerji seviyesine (foton kuşağının kendisinin bulunduğu esas enerjili kısım) girildiğinde ise karanlık sona erecek ve artık hiç gece olmayacak yeryüzünde. Sırasıyla yazarsak:1. gün: 21 Aralık 2012'de kör bölgeye giriş, tüm canlıların beden tipinin değişmesi, hiçbir elektrik aygıtının çalışmaması, tam karanlık2. gün: Atmosfer basıncının düşmesi, herkesin kendisini şişmiş hissetmesi, Güneş'in yeterli ısıtamaması, dünya ikliminin soğuması (buzul çağı soğuğu)3.-4. gün: Atmosferin şafak vakti gibi sönük bir ışıkla aydınlanması, foton etkisinin başlaması, foton enerjili aygıtların çalışabilir hale geçmesi, yıldızların yeniden gökyüzünde belirmeleri.5.-6. gün: 24 saatlik gündüz devresine giriş, kör bölgeden çıkıp ana foton kuşağına giriş, tüm canlıların güçlenip zindeleşmeleri, dünya ikliminin ısınması, foton ışınıyla çalışan gemilerin uzayda yolculuk yapmaya başlaması, telepati, telekinezi gibi psişik yeteneklerin ortaya çıkışı (uyanış, süperbilinç).Kısaca, foton kuşağı dünya'daki tüm yaşam için çok büyük bir faydası olan, yüksek enerjili fotonlardan oluşan devasa bir kemer. Güneş sistemimiz bu kuşağa girdiği zaman tekrar çıkması 2000 sene sürecek. Foton Kuşağı (Manaşik Halka) kendi etrafındaki dönüşünü 25.860 yılda bir tamamlamakta ve güneş sistemimiz her bir 10.500 yılda bir foton kuşağına girmekte. Foton kuşağı torus şeklinde (araba lastiği biçiminde) bir kemer ve bunun kalınlığı (çapı değil, kemerin kalınlığı) 2000 ışık yılı. Önemli bir husus elektrikli hiçbir aygıtın ise foton kuşağına girildikten sonra hiçbir şekilde çalışmaması. 2000 yıl boyunca sürecek olan safhada elektrik enerjisi ile çalışacak araca ihtiyaçta olmayacak zaten. Çünkü süperbilinç halinde olma hali ve foton enerjisi kullanabilecek teknoloji ile elektrik enerjisini kullanmaya ihtiyacımız olmayacak.

YILDIZ KAYMASI NEDİR?

Geceleyin açık bir Havada gökyüzünü seyrederken, çeşitli renk ve parlaklıktaki yıldızların oluşturduğu o inanılmaz ve muhteşem manzaranın içinden bir yıldızın parlak bir çizgi çizerek kayıp gittiğini muhakkak görmüşsünüzdür.
Bu sırada içinizden bir dilek tutup, bu dileğin gerçekleşmesi için de gördüğünüzden kimseye bahsetmemişsinizdir herhalde. Çünkü insanlar arasında, bir yıldız kaydığında, o yıldızın öleceği ve ölmeden önce dilek dileyenin arzusunu yerine getireceği inanışı yaygındır.
Halk arasında yıldız kayması diye tanımlanan bu olayın aslında yıldızlarla hiç bir ilgisi yoktur. Yıldızlar dünyadan milyarlarca kilometre ötedeki uzak güneşlerdir. Güneş Sistemimizin içinde Güneş ve gezegenlerin çekim kuvvetleri arasında bir oraya bir buraya gezinen sayısız göktaşı vardır.
Bunlardan Dünya'nın yakınından geçerken çekim alanına girenler, hızla Atmosfere dalarlar. Sürtünmeden dolayı ısınırlar, yanarlar ve arkalarında parlak, çizgi gibi bir iz bırakırlar. Sonunda tamamına yakını, düşüşün son anında görülen parlamayı takiben yok olurlar.
Yer atmosferine her yıl toplamı 15 bin ton olan 200 bin kadar göktaşı düştüğü kabul ediliyor. Bu hesaba göre yerin kütlesi 4,5 milyar yıllık ömrü içinde gelen göktaşları sayesinde epeyce artmış olması gerekiyor. Dünya'ya düşen göktaşlarının incelenmeleri sonucu içlerinde dünyada var olmayan yeni bir Elemente rastlanmamıştır.
Atmosfere girdiklerinde yanan ve çoğunlukla yok olan göktaşlarına "meteor" denilirken bunlardan yere ulaşmayı başaranlara da "meteorit" deniliyor. Dünyamızın büyük bir kısmı Okyanuslarla kaplı olduğundan yere ulaşabilen göktaşlarının çoğu da buralara düşerler. Ancak Dünya'nın bir çok yerinde de karalar üzerinde meteoritlerin yol açtığı izler ve çukurlar vardır.
Ülkemizde rastlanan en büyük göktaşı 25 kilogram olup Domaniç yaylasında bulunmuştur. Dünyada bilinen göktaşlarının en büyüğü ise güneybatı Afrika'da Grootfentein'de bulunan göktaşıdır ve kütlesi 80 ton kadardır.
Bugüne kadar dünyada 20 civarında insanın göktaşı isabeti nedeniyle yaralandığı tespit edilmiştir. Yani uzayda, binlerce yıl oyunca, milyarlarca kilometre yol alan bir taş, atmosfere çok uygun bir açıdan girsin, yanmadan yere kadar ulaşarak gelsin, kafanıza düşsün. İşte kısmet diye buna denilir!

Dünyanın İlk Üniversitesi


Bihar, Hindistan’da bulunan Nalanda Üniversitesi dünyanın bilinen ilk üniversitesidir.
5. yüzyılda bulunan Nalanda Üniversitesi’nin bulunduğu dönemde binlerce öğrencisi ve öğretmeni mevcuttu.(Tahmini kurulma yılı M.S. 427) Üniversite öncelikle bir Budist çalışma merkeziydi fakat aynı zamanda güzel sanatlar, astronomi, politika ve yabancı dil eğitimi de veriyordu. “Nalan”ın anlamı nilüfer, “da”nın anlamı ise vermek olduğundan Nalanda “Nilüfer Veren” anlamındadır. Fakat o dönemde nilüferin bilgiyi tasvir ettiği sanılmakta, dolasıyla Nalanda’nın anlamı “Bilgi Veren” olmaktadır. Nalanda Üniversitesi her nasıl olduysa 12. yüzyılın sonlarında sessizce kapatıldı. Günümüzde Asya’daki birçok devlet Nalanda Üniversitesi’ni tekrar hayata geçirmeye çalışıyor. Bu devletler arasında Hindistan, Çin, Singapur ve Japonya da bulunuyor.

DÜNYANIN EN UZUN NEHRİ

Nil nehiri,dünyanın en uzun nehridir (6.650 km). Afrika kıtasının üçte birini kaplar. Güneyden kuzeye doğru akar ve üç ana kolu vardır: Beyaz Nil, Mavi Nil ve Atbera. Nehrin en uzaktaki kaynağı Burundi'deki Doğu Afrika Göller Bölgesi'ndeki Kagera nehri olarak doğar ve Tanzanya Ruanda ve Uganda sınırlarını oluşturarak Victoria gölüne katılır. Asıl Nil nehri bu gölden Victoria Nili olarak çıkar. Kyoga ve Albert Göllerinden geçtikten sonra Albert Nili olarak yoluna devam eder. Nimule'de Sudan'a giren nehrin ana kolu, Melekal yakınında Bahrü'l Gazal ve Sobat Nehirleriyle birleştikleri yere kadar Bahrü'l Cebel, Mavi Nil Nehri ile birleştiği yere kadar da Beyaz Nil Nehri olarak anılır. Mavi Nil Etiyopya'nın orta kesiminde doğar ve Beyaz Nil'e Hartum yakınlarında doğu kıyısından katılır. Asıl Nil son büyük kolu olan Atbera nehrini Hartum'un kuzeydoğusunda ve doğu kıyısından alır. Daha sonra kuzeybatıya doğru geniş bir S çizer. Bu arada üç çağlayanı aşarak Nasır Gölüne katılır. Bu gölü oluşturan Assuan Barajı'nın aşağısında Mısır içlerinde kuzeye doğru akar ve Kahire yakınlarında Nil deltasıni olusturur ve Iskenderiye ile Dimyat'tan Akdenize dokulur.Denize dökülen yer olan ağız kısmı yaklaşık olarak 300 km uzunluğundadır.Mısır'da Nil Nehri'nin sulama amacıyla kullanılması çok eski bir geçmişe dayanır. 19. yüzyılda baraj ve kanalların yapımı ile daha geniş bir alanda ve sürekli sulama olanağı sağlanmıştır. Nil nehri üzerinde bulunan Assuan Barajı hem sulama, hem de elektrik üretiminde Mısır için hayati bir önem taşımaktadır. Nil nehri tarih boyunca ve günümüzde taşımacılıkta da yoğun olarak kullanılmaktadır.

Bermuda Şeytan Üçgeni

Atlantik Okyanusunda çok sayıda uçak ve geminin kaybolduğu, eskiden manyetik olduğu sanılan fakat günümüzde bir doğalgaz kaynağına ev sahipliği yaptığı düşünülen alanın olduğu bölgenin adıdır. Bu bölge Amerikan sahil koruma örgütünün 7 nolu bölge müdürlüğünün 5720 sayılı sirküler yazısında şöyle tarif edilmektedir: "Bermuda üçgeni ya da şeytan üçgeni diye anılan hayal ürünü yer, Atlantik'te, ABD'nin güneydoğu kıyılarında, açıklanamayan gemi, tekne ve uçak kayıplarının çok yüksek oranda yer aldığı bir alandır. Bu üçgenin köşelerinde Bermuda, Florida'daki Miami, ve Puerto Rico'daki San Juan olduğu kabul edilmektedir.[1]
Kimsenin açıklama getiremediği bu esrarengiz fenomen, içinde bilim adamlarının da bulunduğu pek çok insan tarafından "doğaüstü bir takım güçlerin yaptırımı" olarak algılandı ve öyle lanse edildi. Bu açıklamalar arasında kayıp kıta Atlantis'in orada bulunup (bu düşünceyle paralel olarak Atlas Okyanusu ismini almıştır.) Kayıp Kıta'nın hiçbir zaman anlaşılamayan teknolojik ve manyetik kayıp aygıtlarından birinin etkisinden veya o bölgenin defalarca Dünya dışı varlıkların ziyaretlerinde orada yarattıkları manyetik alanın bir etkisi olduğu, hatta Kristof Kolomb'un bile tuttuğu günlüklerde, o bölgede gökyüzünde uçan tanımlanamaz cisimlerden bahsedildiği iddia edilmiştir. Bu esrarengiz üçgen ile ilgili olarak yapılan son iddia ise uzun yıllardır devam eden araştırmaların birkaç yıl önce bir sonuç verdiğinin iddia edilmesi ile ortaya çıktı . Bu son iddia ya göre tüm bu gizemli olaylar aslında basit bir doğal gaz cilvesi idi .
Yer altından fışkıran doğal gazlar, sadece yüksek kara parçalarından değil, deniz ve okyanus tabanlarından da çıkarlar. Çünkü deniz tabanları da üstü suyla kaplanmış alçak kara parcalarıdır. Ancak, okyanusların derinliklerindeki bölgelerden çıkmak isteyen doğal gazlar, oradaki çok düşük ısının da etkisiyle katı hâle dönüşürler ve "hidrat" denilen beyaz ve tebeşirimsi bir madde hâline gelirler. Çok derinlere dalabilen robot kameralarının bu bölgedeki karbeyaz okyanus tabanını ve bazı gemi enkazlarinı resimlemesinden sonra konuya şu bilimsel açıklama getirilmiştir: Bu bölge, Gulf Stream denilen sıcak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu "tebeşir gazlar" erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar suyun yoğunluğu azalır . O sırada oradan geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, yoğunluğu düşen su, gemileri taşıyacak kaldırma kuvvetini oluşturamaz. Gazın yükselmesi sona erince yoğunluk tekrar eski haline döner ve geride hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gömülmüş olurlar.
Uçakların düşerek kaybolması ise yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan doğal gazlar, havadan da hafif oldukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez yoğunluk azalması, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü, motorlardaki benzinin yanması için oksijene ihtiyaç vardır ve düşük yoğunluklu havanın içindeki oksijen miktarı motorların çalışması için yeterli değildir. Böylece uçak da, hızla okyanus tabanına doğru inişe geçer..

Dünyada Kaç ülke vardır?

Dünyanın en büyük ve en geniş teşkilatı olan Birleşmiş Milletler’e göre, günümüzde B.M’ye üye ülke sayısı 171'e ulaşmıştır. Andorra, Tayvan, Kribati, Kuzey ve Güney Kore, Liechtenstein, Monako, Nauru, San Marino, İsviçre, Tongo, Tuvalu ve Vatikan dışındaki dünya'daki bütün ülkeler Birleşmiş Milletler'in üyesidir. Buna göre dünyada bulunan ülke sayısı 184’dür. Dünya’daki ülke sayısı ülkelere göre de farklı sayılar içermektedir. Dünya ülke sayısı A.B.D ve Fransa’ya göre 190, Rusya’ya göre 172, İsviçre’ye göre 194’dür. Telefon şirketlerinde 182 uluslar arası kod bulunmaktadır. Dünya PTT ağına üye ülke sayısı 185’dir. A.B.D’nin, dünyada 190 ülkenin var olduğunu söylemesine rağmen, Coca-Cola’nın satış listelerindeki ülke sayısı 195’i buluyor.

Dünyadaki ülkelerin gerçek sayısını hangisi veriyor? Şanghay’daki Expo Fuarı'nın katılımcı sayısı olan 189 mu, yoksa Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği FIFA’ya kayıtlı üyelerin sayısı olan 208 mi? Dünyada kaç ülke bulunuyor? Bu soruya kesin bir yanıt bulmak oldukça zor. İnsanlar bu konuda en kesin bilgiyi şüphesiz BM'den bekliyor.

Ancak BM Bilgi Hizmetleri Direktörü Corinne Momal-Vanian, şaşırtıcı bir yanıt veriyor ve “Bu sorunun doğru yanıtı, hiçbir yanıt olmadığıdır. Size BM’nin kaç üyesi olduğunu söyleyebilirim. Yani 192 ülke. Ancak dünyada kaç ülke bulunduğunu söyleyemem, çünkü bir ülkeyi tam olarak ifade eden genel bir tanımlama mevcut değil. Neyin bir ülke olduğu neyin olmadığına karar vermek BM'nin yetki alanında bulunmuyor. BM sadece kimleri örgüte üye olarak kabul edeceğine karar verebilir" diyor.
Uzmanlardan da net bir yanıt almak mümkün değil. Uluslararası hukuk profesörü Marcelo Kohen de kesin rakam veremiyor. Kohen, "Benim bu soruya yanıtım, yaklaşık 200 egemen devletin var olduğudur. BM’nin 192 üyesinin bulunduğu ve bu üyelerin çoğunun egemen devletler olduğu gerçeğini temel alırsanız, o zaman güvenilir bir çıkış noktasına sahip olduğumuzu söyleyebilirim" açıklamasını yapıyor.
Cevap sanal alemde mi?
Uzmanların veremediği net yanıtını sanal alem bulmuş görünüyor. İnternet arama motoru Wolfram Alpha’ya “Dünyada kaç ülke bulunuyor?“ sorusunu yazdığınızda, gayet kesin bir şekilde 203 yanıtını alıyorsunuz. Bu rakamın kaynağı olaraksa dipnotta Montevideo Konvansiyonu’nun adı veriliyor.
Ancak BM'den Corinne Momal-Vanian, bu rakam konusunda dikkatli olunması uyarısında bulunarak "Her uluslararası hukuk öğrencisi, bir ülkenin devlet sayılabilmesi için gerekli dört kriteri sıralayan Montevideo Konvansiyonu’nu bilir. Bu dört kriter; toprak, halk, hükümet ve diğer devletlerle ilişkide bulunabilme yeteneğidir. Konvansiyon, bu kriterlerin hangi ülkeler için geçerli olduğunu ise söylemiyor. Konvansiyon metnini temel alarak listeler hazırlayan ve Konvansiyon'u yorumlayanlar var. Rakamlar da buradan çıkıyor" bilgisini veriyor.
Tartışmalı bölgeler
Öte yandan dünyada politik açıdan tartışmalı pek çok bölge mevcut. Tayvan, Kosova, Filistin, Batı Sahra, Kuzey Irak, Kuzey Kıbrıs gibi… Bazıları özerklik, bazıları bağımsızlık ilanı yoluyla adını duyurmaya çalışmış olsa da çözülmemiş siyasi çatışmalar nedeniyle uluslararası alanda tanınmıyorlar.
Profesör Kohen, uluslararası alanda adını duyurmaya çalışmanın yardımcı olacağını, ancak tek başına yetmeyeceğini vurguluyor. Marcelo Kohen, "1990’lı yılların başında Umberto Bossi, Kuzey İtalya’da Padanya’nın bağımsızlığını ilan etmişti. Bu çok etkileyici bir gösteriydi, ancak hiçbir somut sonuç getirmedi. Dünya genelinde sayısız ayrılıkçı hareket var. Bağımsızlıklarını ilan edebilirler, ancak bu sözde kalmaya mahkumdur" şeklinde konuşuyor.
Şu ana kadar, yeni kazandığı bağımsızlığını BM üyeliğiyle taçlandıran son ülke 2006 yılında Karadağ oldu. BM üyesi olmayı başaramayanlar ise hâlâ bir milli futbol takımı kurma imkanına sahip. Örneğin FIFA’nın üye sayısına göre dünyada 208 ülke bulunuyor. Ayrıca olimpiyat takımları da uluslararası ün açısından iyi bir fırsat. Olimpiyat Oyunları, 205 ulusal komiteyi bir araya getiriyor.

Yenilenebilir Kaynaklar




Su Gücü Su gücüne hidroelektrik enerji denir. Ucuz, temiz ve yenilenebilir bir enerji kaynağıdır. Ülkemizde akarsuların gücünden yararlanılır. Yüksekten düşen ve hızla akan suların tribünleri çalıştırması sonucu elektrik üretilmektedir.
Ülkemiz yüksek ve engebeli olduğu için akarsularımızın çoğu dar ve derin vadilerden akar. Bu durum baraj yapımına elverişli şartlar oluşturur. Türkiye hidroelektrik potansiyel bakımından Avrupa’da Rusya ve Norveç‘ten sonra 3. sırada yer almaktadır.
Hidroelektrik potansiyelimizin üçte biri Fırat Havzası’ndadır. Bunu, Dicle, Doğu Karadeniz, Çoruh ve Kızılırmak havzaları izler. Yüksek potansiyelimize karşın üretilen enerji miktarı azdır.
Önemli BarajlarımızFırat üzerinde; Keban, Karakaya, AtatürkKızılırmak üzerinde; Hirfanlı, Kesikköprü, AltınkayaSakarya üzerinde; Sarıyar, GökçekayaGediz üzerinde; DemirköprüBüyük menderes üzerinde; Kemer, AdıgüzelDicle üzerinde; Kralkızı, Devegeçidi

Güneş Enerjisi Yenilenebilir enerji kaynakları içerisinde en önemlisidir. Ülkemiz coğrafi konumu nedeniyle güneş enerjisi potansiyeli bakımından şanslı bir ülkedir. Bir çok bölgemizde güneşli gün sayısı ve güneşlenme süresi yeterli düzeydedir. Yıl içerisinde güneşlenme süresi en yüksek olan bölgelerimiz Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz’dir, en az olan bölgemiz ise Karadeniz’dir. Ülkemizde genelde su ısıtılmasında kullanılan güneş enerjisi, teknolojik imkanların gelişmesine bağlı olarak yaygınlaşmaktadır ve zamanla bu enerji farklı alanlarda kullanılmaya başlanacaktır.

Rüzgar Gücü Rüzgar enerjisi hem ucuz hem de çevreyi kirletmeyen bir enerji kaynağıdır. Ülkemizde ilk ticari amaçlı rüzgar santrali 1998 yılında Çeşme (İzmir)’de kurulmuştur. Rüzgar santrallerinin kurulmasının pahalı bir yatırım olması en önemli sıkıntılardan biridir. Rüzgar enerjisi potansiyeli bakımından Ege, Marmara ve Doğu Akdeniz kıyıları zengin yerlerdir.

Jeotermal Enerji Yerin derinliklerinde ısınarak yüzeye çıkan sıcak su ve su buharından elde edilen enerjiye jeotermal enerji denir. Türkiye jeotermal enerji potansiyeli bakımından dünyanın zengin ülkeleri arasında yer alır. Ülkemizde jeotermal enerji ısıtma ve elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Denizli-Sarayköy ve Aydın-Germencik’te enerji üretimi yapılmaktadır. Üretilen enerji miktarı kapasitenin çok altında kalmaktadır.

Dünyanın en fazla yağış alan yeri neresidir?



Yağmurlu gün sayısının en fazla olduğu dünyanın en yağışlı bölgesi, Hawaii’deki kauai adasında bulunan Wai-‘ale-‘ale Dağı.

Bu bölgeye, her yıl 350 gün boyunca yağmur yağıyor.

Hawaii Adaları, Büyük Okyanus’ta bulunuyor.

Bu bölgede her yıl sıcak ve nemli güneydoğu alizeleri eser. Wai-‘ale-‘ale Dağı’nın üzerinden yükselmeye zorlanan rüzgârlar soğur. Yoğun bulutlar ve dağın rüzgârlı tarafına sağanak yağmur yağar.

Bu bölgeye düşen yıllık ortalama yağış miktarı 11.455 mm’dir. Dağın rüzgârdan korunan tarafıysa, yılda yalnızca 250 mm yağış alır. Bunun nedeni, rüzgârların alçalırken ısınması ve daha az su buharı içermesi.
 

EN ÇOK OKUNAN KİTAPLAR HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ

1. Da Vinci Şifresi: Da Vinci Şifresi ve Dan Brown’ın diğer romanlarında karakterler yaşanan gizemleri çılgın bir hızda aydınlatmak zorundalar. Aynı şey çocukken Brown’ın başına da geliyordu. Yeni yılda ve doğum günlerinde ailesi hediyelerini saklar ve bunlara sahip olması için yapboz ve bilmeceler çözmesini isterlerdi.

 2. J.K. Rowling: Eskiden George W. Bush’un konuşmalarını yazan Matt Latimer, Beyaz Saray’da isimsiz bazı şahısların,
 Harry Potter kitapları cadılığı teşvik ettiği için yazar J.K. Rowling’e başkanlık madalyası verilmesine karşı çıktığını söyledi.

3. ‘En Çok Satanlar’ İfadesi: Oxford İngilizce sözlüğü, Kansas Times&Star’ın bu ifadeyi 1889’da ilk kez kullandığını söylüyor. O zamandan beri pek çok kitap satış sıralaması yayınlandı. New York Times’dan Publishers Weekly’e, Amazon’a, herkesin farklı bir listesi var ve her birinin kullandığı kriter de farklı. Bu demek oluyor ki en çok satan kelimesinin tam bir karşılığı yok. Yine de biz, en çok satanın, satışları iyi giden bir kitap olarak ifade edilebileceğini söyleyebiliriz. Bazı çok satanlar listeleri özledir. Publishers Weekly’nin 2005 listelerinin analizi sonucu, o sene basılan 200,000 kitaptan yalnızca yüzde 0.2’sinin en çok satanların arasına girdiği görüldü.

 4. Native Son: Richard Wright’ın 1940 senesinde çıkan romanı Native Son, Afro-Amerikan bir yazarın eseri olup Book of the Month Club kitapları arasına giren ilk çalışmaydı. Bu da romanın geniş bir okur kitlesine ulaşmasını sağladı. Book of the Month Club (Ayın Kitabı Klubü), Wright’tan kitabın cinsel içeriğini biraz azaltmasını istedi, Wright da bunu kabul etti. Wright bu ününe rağmen finansal olarak çoğunlukla zorluk çekti. Yaşamının sonlarına doğru mülteci olarak gittiği Paris’te albüm kayıtları için söz yazarak para kazandı.

 5. The Road: Cormas McCarthy’nin vahiysel kitabının film versiyonu 25 Kasım’da vizyona girdi. Yalnız bu filmi hafif bir eğlence aracı olarak görmemek gerekir çünkü roman, gerçek karanlık olarak bile adlandırılabilir. Aslına bakılırsa kara kelimesi kitapta tam 96 kez görülüyor. Ayrıca ‘karanlık’ ve ‘karanlık biçimde’ şeklindeki farklı versiyonları da 42 defa geçiyor. Siyah (68) ve gri (78) göndermeleri, yeşil (10) ve beyaz (18) renklerine yapılan göndermelerden çok daha fazla.         
 6. Yeşil Yumurta ve Jambon: Dr. Seuss’un editörü Bennett Cerf, yalnızca 50 kelimeden oluşan bir kitap yazamayacağı konusunda 50 dolarlık iddiaya girdi. Seuss Yeşil Yumurta ve Jambon’u yazarak iddiayı kazandı.

7. Babamın Hayalleri: Barack Obama’nın kitabı ‘Babamın Hayalleri’nin 1995’teki ilk baskısı 10,000 kadar sattı. O zamanlar Obama henüz eyalet senatörü olarak seçilmemişti. Obama bugün başkan ve kitabın 3 milyondan fazla kopyası basılıyor. İmzalı ilk baskıların fiyatları 13,500 dolara kadar çıkıyor.

8. Oz Büyücüsü: Chicago’lu L. Frank Baum ‘Oz Büyücüsü’ romanındaki sihirli diyarların ismini nereden buldu? Baum, alfabetik olarak düzenlenmiş dosyalarını karıştırıyordu ve ‘O-Z’ başlıklı dosyayı görünce çok etkilendi. Tabii farklı teoriler de var. İsim, Percy Shelley’nin şiiri Ozymandias’a bir gönderme olabilir. İncil’deki Job bölümünde adı geçen Uz Diyarı’ndan esinlenmiş de olabilir. Charles Dickens’ın takma ismi ‘Boz’la bir ilgisi olması da mümkün.

9. Tavuk Suyuna Çorba: Romanı Mark Victor Hansen’la birlikte yazan Jack Canfield, yazdıklarının yaklaşık 140 yayınevi tarafından reddedildiğini ve bir çoğunun da kitabın ismini eleştirerek çok aptal olduğunu söylediğini belirtti. İşte o aptal isim, ‘Menopoz İçin Tavuk Suyuna Çorba’ ve ‘Tavuk Suyuna Çorba: Kediden Öğrendiklerim’ de dâhil olmak üzere 112 milyondan fazla kitapta yer aldı.

10. ‘Kuru Kalmak: Tuvalet Kontrolü İçin Pratik Bir Kılavuz’: Bu kitap da kendine bir yayınevi bulmakta oldukça zorlandı. Johns Hopkins Üniversitesi Yayınları, Kathryn L. Burgio, K. Lynette Pearce ve Angelo J. Lucco’nun kitabını 1989’da çıkarmasına rağmen büyük kitapçılar kitabı almak istemedi. Fakat Chicago Tribune gazetesinden Ann Landers köşesinde bu kitaptan bahsedince baraj tam anlamıyla patladı. Kitap bir sene içerisinde 100,000’den fazla sattı.

Lodos..

Çoğu insanlar sadece iki tür rüzgarın adını bilirler Poyraz ve Lodos. Poyraz kuzeyden eser soğuk getirir. Lodos ise güneyden eser, sıcak ve baş ağrısı getirir. Aslında estikleri yönlere göre adlandırılan sekiz ana rüzgar vardır.Kuzeyden YILDIZKuzeydoğudan POYRAZDoğudan GÜNDOĞUSUGüneydoğudan KEŞİŞLEMEGüneyden KIBLEGüneybatıdan LODOS
Batıdan GÜNBATISIKuzeybatıdan KARAYELYani Lodos tam güneyden değil güneybatıdan eser. İmbat, meltem gibi genellikle denizden karaya esen yerel rüzgarlar ise yöreye göre özel adlar alırlar.
Belirli havalarla insanın ruhsal durumu ve antisosyal davranışları arasında ilişki vardır. Genel olarak ilkbaharla beraber va yaza doğru suçların arttığını istatistikler göstermektedir. Aslın da havalar ısındıkça insanlar çevreleri ile daha ilgisiz ve enerjisiz olurlar ancak tarihte savaşlar, ihtilaller ve halk ayaklanmalarının çoğu yılın bu bölümünde olmuştur.
Rüzgarlar da iklim ve insan davranışını etkileyici faktörlerden biridir. Rüzgar üzerinden geçtiği bölgelerin iklimini de taşır. Bu iklimlerin rüzgarın estiği bölgedeki iklime göre farkı, rüzgarın insan üzerindeki elkisini belirler. Örneğin kutup bölgeleri ve civarlarında iklimler çok az farklı olduğu için rüzgar önemli bir rol oynamaz. Yurdumuz ve benzeri bölgelerde belirli yönden esen rüzgarlar çoğu kez olağan iklimi, sıcaklık, nem ve basınç yapılarını aniden değiştirdikleri için az çok insan hayatını etkilerler.
Genellikle nemini bırakmış olan kuru güney rüzgarları, özellikle güneşli havalarda iyice kızışır ve elektriklenirler. İşte Lodos adı verilen bu kaprisli güney rüzgarları insanlarda ruhsal sıkıntı yaratır. Baş dönmesine, gece uykusuzluğuna, baş ve mide ağrılarının yanında huzursuzluk duygularına da yol açar. Lodoslu günlerde trafik kazalarının, kalp krizlerinin, astım nöbetlerinin, erken doğumların ve hatta intiharların sayılarının arttığı gözlemlenmiştir.
Halk arasında, genellikle yağmur getirdiği için Lodosun gözü yaşlıdır diye bir deyim vardır. İnsanların çoğu bir barometre gibi havaya ve yağmur öncesine duyarlıdırlar. Havanın dönmesinden çok az önce gerginlik, ruhsal çöküntü ve sıkıntı belirtileri gösterirler. Lodosun insanlar üzerinde yarattığı etkilerin sebepleri ve Lodos rahatsızlıklarına ne gibi önlemler alınabileceği konusunda çalışmalar devam etmektedir. İşin ilginç yanlarından biri de, Lodos etkisi altında bulunan bir bölgeye yerleştirilenlerin ancak bir kaç yıl sonra rüzgarın etkisinden rahatsız olmaya başlamalarıdır.

OZON TABAKASI NASIL OLUŞTU ??


 Yaşam ortaya çıkmadan önce, karbon dioksit, nitrojen ve diğer ağır gazlar, Dünya’nın manto tabakası ve yer kabuğu tarafından ortama bırakılıyordu. Bu gazlar dünyanın yerçekimi kuvveti sayesinde tutuldu ve zaman içinde bir atmosfer meydana geldi. Yerçekimi, metan (CH4), karbon dioksit (CO2), amonyak (NH3), hidrojen (H2), azot (N2), ve su buharının (H2O) bu şekilde atmosferde birikmesine neden oldu. Zaman içinde Dünya, su buharının yoğunlaşıp sıvı hale gelmesine olanak sağlayacak kadar soğudu. Bu durum beraberinde yağmurları ve kuvvetli kasırgaları getirdi. Sürekli yağan yağmur denizlerin oluşmasını sağladı. Şiddetli kasırgalar sırasında oluşan elektrik dünyanın yüzeyini etkiledi.

Bu sırada atmosferde serbest halde hiç oksijen yoktu çünkü oksijen hidrojenle birleşip suyu, yer kabuğundaki başka elementlerle de birleşip demir oksitleri, silikatları, karbon dioksiti ve karbon monoksiti oluşturuyordu. Yaklaşık 2 milyar yıldan fazla bir süre boyunca oksijenin tamamı başka elementlere bağlanmış halde bulunuyordu.

Ozon (O3) gazı, oksijen gazının yine oksijen atomları ile girdiği bir reaksiyon sonucunda oluşur. Bu gaz, yeryüzünden yaklaşık 15 km. yüksekte bulunan stratosferin önemli bir bileşenidir

İlk canlılar, atmosferde serbest oksijen bulunmadığı için anaerobik yani oksijensiz solunum yapan canlılardı. Anaerobik solunumda sonra fotosentez evrimi gerçekleşti, yani fotosentez yapabilen canlılar ortaya çıktı. Bu canlılar su ve karbon dioksiti kullanarak glikoz ve oksijen üretmeye başladılar. Serbest oksijen böylece atmosferin stratosfer adı verilen tabakasında birikmeye başladı. Morötesi ışınlar, bu tabakadaki oksijen moleküllerine (O2) çarparak bu moleküllerin iki oksijen atomuna (O + O) bölünmesi sebep oldu. Bu oksijen atomları da oksijen molekülleriyle birleşerek ozonu oluşturdular. (O + O2 › O3). Ozon tabakası bu şekilde oluştu. Ayrıca bu tepkimeler günümüzde de aynı şekilde oluşmakta. Ozon tabakasının üstünde yeterince oksijen bulunmadığı için tabakanın kalınlığı sınırlı. Daha alt tabakalara da morötesi ışınlar ulaşamıyor. 

Ay'sız Dünya nasıl olurdu?

Güneş sistemimiz oluşurken koşullar çok az farklı olsaydı, bizler için her şey değişik olabilirdi. Dünyanın madde dağılımı, büyüklüğü, enerjisi, dönme ekseni açısı, atmosfer ve mevsimler çok farklı olabilirdi. Dünyamızda hayat belki yine gerçekleşebilirdi ama farklı şekilde. Bu hali ile sanki her şey, en ince detayına kadar insan için özel olarak hazırlanmış gibidir.
Peki bu oluşum içinde ayın görevi nedir? Nasıl oluştuğu ve dünyanın yörüngesine nasıl girdiği hala büyük bir sır olan Ay'ın bu mükemmel düzen içindeki yeri nedir? Yaşamın oluşmasına ne katkısı vardır? Ay olmasaydı ne olurdu?
Dünyadaki yaşam koşulları bakımından Ay'dan kaynaklanan hiçbir olumsuz etken yoktur. Yani Ay'ın varlığının hiç bir zararı yoktur. Ya yararı?
Ay'ın dünya üzerindeki en büyük etkisi, çekim gücü nedeniyle onun kendi etrafındaki dönüş hızını yavaşlatıp, bildiğimiz günlük periyoduna getirmesidir. Ay'ın olmaması dünyanın dönüş hızının artmasına, yaklaşık 15 saatlik bir gün süresinin oluşmasına sebep olacak, günler kısalacak, canlılardaki biyolojik saat alt üst olacak, yaşam biçimleri ve yapılan farklılaşabilecek buna ayak uyduramayanlar yok olacak, fırtına, kasırga gibi atmosferik olaylar çok şiddetlenecekti.
Neyi değiştireceği bilinmez ama Ay'ın yokluğunda artık Ay ve Güneş tutulmaları da olmazdı. Dünya üzerindeki gel-git olaylarının yüzde 70'i Ay'dan, diğer yüzde 30'u ise Güneş ve gezegenlerden kaynaklandığı için Ay olmayınca, gel-git olayları da yüzde 70 azalırdı.
Denizlerdeki gel-git olayı en çok Kanada'da Fundy körfezinde meydana gelir. Bu sırada deniz 15,4 metre yükselir. Bu olay Manş sahillerinde 11,5 metre, Çanakkale Boğazı'nda 5-6 santimetre olup İstanbul Boğazı'nda pek hissedilmez. Ay'ın etkisiyle yalnız denizler değil karalar da hareketlenir. Kara parçalarında saptanan en büyük yükselme ise 50 santimetredir.
Astronomik gözlemlerde nasıl atmosferimiz iyi görüş almamıza mani teşkil ediyorsa Ay'ın ışığı da öyledir. Öyleyse Ay'ın olmaması bu konuda faydalı olacaktı. Dünya'nın yörünge hareketindeki Ay'dan kaynaklanan küçük salınım hareketleri yavaş yavaş ortadan kalkacak ama dünyanın dönme ekseni bundan pek etkilenmeyecekti.
Ay uzay boşluğunda başıboş gezen göktaşlarına karşı bir kalkan görevi yaptığından, yokluğunda dünya yüzeyine daha fazla göktaşı düşebilecekti.
Ay olmayınca etkinliklerini geceleri Ay ışığında sürdürebilen bir çok canlı türü de bunu yapamayacaklardı. Ay olmasaydı insanların dolunaydan etkilenmesi ve kurt adam hikayeleri de ortadan kalkacak ama en önemlisi romantik çiftlerin el ele tutuşup seyrettikleri, gökyüzündeki o muhteşem manzara olmayacaktı.

1 derece neden 60 dakika olarak alınıyor?

Öncelikle, matematiksel anlamda, bir dairenin 360 dereceye bölünmesini gerektiren her hangi bir sebebin olmadığını belirtelim. Bildiğiniz gibi bir daire 400 grad ya da 2pi radyan olarak da tanımlanmıştır.

Dairenin 360 dereceye bölünmesi, kesin olmamakla birlikte, genellikle Babillilere dayandırılır. Matematik tarihçilerine göre Dünya’nın etrafında Güneş'in 360 günde döndüğünü hesaplayan Babilliler, her günü bir derece sayarak daireyi 360'a bölmüşlerdir. Ancak, 60 sayı tabanı kullanan Babilliler, bu tabanı astronomik gözlemleri sonrası mı seçtiler yoksa 60 sayısının bazı cazip özelliklerine mi kapıldılar pek bilinmiyor. Dikkat ederseniz, 60 sayısı, 2, 3, 4, 5, 6, 10, 12, 15, 20 ve 30 sayılarına kalansız bölünür. Bu kadar cazip özellik, bu küçüklükte başka sayıda yok. Bazı matematikçilere göre Babillilileri cezbeden, 60'ın bu özelliği olmuştur ve bir direnin 360 dereceye bölünmesinin gerisinde astronomi değil bu matematik özellik yatar. Bu iki tez, aynı derecede birbiriyle örtüşmüş de olabilir pekâlâ.

Gerisi neredeyse otomatik şüphesiz: Bu kadar güzel bir sayı bulmuşken, 60 tabanlı matematiğe devam etmek hoş olmaz mıydı?

60² bir daire
60 birim
60 1/2 bir dakika
60 1/2 saniye gibi devam etmek.

Geriye bir derecenin 1/60'ına neden dakika dediğimiz. Ya da bunun saatin 60'da birisi olan dakikayla ilgisi var mı sorusu. Aslında kesin olan ikisinin farklı şeyler olduğu. Yani bir derecenin 1/60 ile örneğin güneşin gökyüzünde 1 dakikada çizdiği yay arasında bir ilişki yok. Bakın bu aslında biraz dil sorunu da. Dairenin 1/360'a denk gelen merkez açısına, ya da çemberin 1/360 uzunluğunu gören merkez açıya 1 derece demek yerine başka bir isim de verilebilirdi; biraz seçim meselesi. Bir çemberi 400 eşit parçaya bölüp her yay parçasını gören merkez açıya grad diyebileceğimiz gibi, çemberin 1/2pi yay uzunluğunu gören merkez açıya da 1 radyan diyebilirdik ki zaten bu tanımlar da var.

İngilizcede dakika minute kelimesiyle karşılanıyor. Minute aynı zamanda küçük de demek. Second ise ikinci küçük, ikinci dereceden küçük anlamı taşıyor. Tanımlar buradan geliyor.

Derece, dakika ve saniyelerin topoğrafik anlamları, yerkürenin üzerinde koordinatların bu terimlerle gösterilmesi ise gene 360 sayısıyla, kürenin 360 boylama bölünmüş olmasıyla ilgili.

Dünya nüfusu 6,9 milyara ulaştı

BM Nüfus Fonu verilerine göre 2010'da geçen yıla kıyasla 79 milyon kişi artan nüfus, 2050 yılında 9 milyarı ge- çecek. Artış oranında Af- rika birinci, Avrupa sonuncu durumda. Önümüzdeki 40 yılda Japonya, Rusya, Almanya ve İtalya, nüfusu en fazla azalan ülkeler olacak. Halen Çin'de 1 milyar 354 milyon insan yaşıyor.


Dünya nüfusu 2010 yılında 6,9 milyar kişiye ulaştı. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) tahminlerine göre dünya nüfusu 2010 yılında, geçen yıla kıyasla 79 milyon kişi arttı ve 6 milyar 908 milyon 7 bin kişi oldu. Dünya nüfusu 2050 yılında 9 milyar 150 milyonu bulacak.

UNFPA'ya göre nüfusu 2009'da 1 milyar 198 milyon kişi olan Hindistan, 2010 yılında 1 milyar 214,5 milyona ulaştı. Hindistan, 2050 yılına kadar 399 milyonluk artışla 1 milyar 613 milyon olacak ve şu anda kendisinden 139 milyon kişilik daha fazla nüfusa sahip Çin'in 196 milyon kişi önüne geçecek. Bu dönemde Pakistan 150, Nijerya 130, Etiyopya 88, ABD 86, Kongo 79, Çin 63 milyon kişi artacak.

Amerika 86,3 milyon kişilik nüfus artışıyla gelişmiş ülkeler içindeki en yüksek nüfus artışlarından birini gerçekleştirerek nüfusunu 317,6 milyondan 403,9 milyona çıkaracak ve üçüncülükteki yerini koruyacak. Halen altıncı sırada yer alan Pakistan 335,2 milyonluk nüfusla dördüncü sıraya yükselirken, dördüncü sıradaki Endonezya 288,1 milyonluk nüfusla altıncı olacak. 2010 itibarıyla 158,3 milyon nüfuslu Nijerya ise 2050'de 289,1 milyonluk nüfusuyla dünyada 5. büyük ülke olacak.

TÜRKİYE BİR SIRA GERİLEYECEK
Türkiye nüfusu ise 2050 yılına kadar 75,7 milyondan 21,7 milyonluk artışla 97,4 milyona yükselecek. Nüfus büyüklüğüyle şu anda dünyada 17'nci sırada yer alan Türkiye, 21,7 milyonluk nüfus artışına rağmen, Almanya'yı geride bırakacak, ancak Kongo ile Tanzanya'ya geçilecek ve 18'inci sıraya inecek. Bu dönemde, büyük nüfuslu ülkelerden Japonya'da 25,3, Rusya'da 24,3, Almanya'da 11,6 ve İtalya'da 3 milyonluk nüfus azalması olacak.

Halen 6,9 milyar düzeyinde bulunan dünya nüfusunun 1 milyar 237,2 milyonu gelişmiş ülkelerde, 5 milyar 671,5 milyonu az gelişmiş ülkelerde (bunun 854,7 milyonu da en az gelişmiş ülkelerde) yaşıyor. 2050 projeksiyonunda da 9 milyar 150 milyon olacağı tahmin edilen dünya nüfusunun 1 milyar 275,2 milyonunun gelişmiş ülkelerde, 7 milyar 946 milyonunun az gelişmiş ülkelerde (bunun 1 milyar 672,4 milyonu en az gelişmiş ülkelerde) olacağı öngörülüyor.

2010 itibarıyla dünya nüfusunun 1 milyar 33 milyonluk kısmının yaşadığı Afrika'da, 2050 yılında nüfus 1 milyar 998 milyona ulaşacak. Bu dönemde Arap ülkelerinin nüfusu 359 milyondan 598 milyona çıkacak. Asya'nın nüfusu 4 milyar 166 milyondan 5 milyar 231 milyona yükselecek. Avrupa nüfusu ise 732,8 milyondan 691 milyona gerileyecek. Aynı dönemde Latin Amerika ve Karayipler'in nüfusu 588 milyondan 729 milyona, Kuzey Amerika'nın nüfusu da 351 milyondan 448 milyona yükselecek. Okyanusya'da ise nüfus 35,8 milyondan 51,3 milyona çıkacak.

2005-2010 döneminde kıtalara göre en yüksek nüfus artış hızı yüzde 2,3 ile Afrika'da, en düşük nüfus artış hızı ise yüzde 0,1 ile Avrupa'da meydana geldi. Bu dönemde nüfus artış hızı Arap ülkelerinde yüzde 2,1, Asya'da, Latin Amerika ve Karayipler'de yüzde 1,1, Kuzey Amerika'da yüzde 1 ve Okyanusya'da yüzde 1,3 oldu.

Bu yıl itibarıyla kadın başına düşen çocuk sayısının en yüksek olduğu ülke 6,42 çocuk ile Afganistan. Afganistan'ı 6,31 çocuk ile Somali ve 6,16 çocuk ile Uganda izliyor. Kadın başına düşen çocuk sayısının en az olduğu ülke ise 1,01 çocuk ile Hong Kong. Türkiye'de de kadın başına düşen çocuk sayısı 2,09 olarak belirlendi.

Dünya'nın Küçüklüğü

Altın Oran

Cebelitarık Boğazı Genel Özellikleri ve Adının Kökeni

Cebelitarık Boğazı (Arapça: مضيق جبل طارق, İspanyolca: Estrecho de Gibraltar), Akdeniz ile Atlas Okyanusu'nu birleştiren 60 km uzunluğunda ve 44 km genişliğindeki boğazın derinliği 426 m.'dir. Adını Tarık bin Ziyad'dan almıştır.Avrupa ile Afrika kıtalarını ayırır. Boğazın siyasal egemenlik bakımından kontrolü üç ülkenin elindedir.İngiltere, İspanya ve Fas. Boğazda, yüzeyde doğudan batıya giden kuvvetli bir akıntı vardır. Derinlerde ise daha zayıf bir akıntı Akdeniz’den Atlas (Atlantik) Okyanusuna akar. Cebelitârık Boğazının her iki yanı da sarp kayalıklarla çevrilidir. Bitki örtüsü bakımından Boğaz’ın iki yakasında berâberlik görülür. Boğaz’dan yılda 7000-7500 gemi geçer. Her iki kıyısı da İngilizlerin elindedir. Boğaz’ın Afrika kıyısında bulunan Tanca ise milletlerarası bir statüye bağlanmıştır. Bu statü muayyen bir devletin buraya yerleşmesine mâni olmaktadır.

Cebelitarık Boğazı'nın Kısa Tarihi

Eski çağlardaki adı Calpe'dir. Şimdiki adı ise Arap komutanı Tarık bin Ziyad'dan gelmektedir. Tarık, boğazın güvenliğini sağlamak için burada bir kale yaptırmıştır. Cebelitarık 1462'de Araplardan İspanyollara geçmiş 1502'de resmen İspanyol topraklarına katılmıştır. 24 temmuz 1704'te İngiltere-Hollanda deniz kuvvetleri tarafından ele geçirilmiştir. 1705 tarihindeki Utrecht Antlaşması'yla İspanya kaleyi İngiltere'ye iade etmeyi kabul etmiştir.

Cebelitarık Boğazı'nın Konumu

Akdeniz’in batı ucunu Atlas (Atlantik Okyanusu) ile birleştirir. Ulaşım yönünden oynadığı rol itibariyle ve jeopolitik bakımdan en önemli boğazlardan biridir. Deniz geçidinin önemi Süveyş Kanalının açılması ile daha da artmıştır. Takriben 60 km uzunluğunda olan Boğaz Afrika’nın ve Atlas ülkelerinin kuzey kıyısı ile İber Yarımadası'nın güney kıyısı arasında uzanır. En geniş noktası Trafalgar Burnu ile Spartel Burnu arasında 44 km, en dar noktası ise Cires Burnu ile Tarija Burnunun doğusunda 14,2 km’dir. Boğaz’ın ortası, en sığ noktası olup derinliği 324 metre'dir.

Domates niçin meyvedir?

Genellikle meyveler çiğ olarak (tabii yıkandıktan sonra), sebzeler ise pişirildikten sonra yenilir. Bu da bazı yiyeceklerin meyve mi, yoksa sebze mi olduklarına dair karışıklıklara yol açar. Örneğin domates salatada çiğ olarak yenilebilir, bunun yanında tencere yemeği olarak dolması da yapılır. Bu durumda domates meyve midir, yoksa sebze mi? Genel kanının ikincisi olmasına rağmen aslında domates bir meyvedir.
Çarşı, pazar anlayışına göre, tabiatta bulunduğu şekilde yenilen ve tadı tatlı olan yiyecekler meyvedir. Çarşıda, pazarda, marketlerde elma, çilek, üzüm ve muz meyve olarak kabul edilirlerken, taze fasulye, domates, kabak ve patates, sebze reyonlarında bulunur.
Ancak bilim insanları, yani botanistler, sebze-meyve ayrımını böyle yapmıyorlar. Onlara göre meyve, içinde etli veya kuru, çoğunluğunu çekirdek diye adlandırdığımız, kendi tohumu veya tohumları bulunan yiyecektir. Bu tanıma göre kayısı, şeftali, üzüm, taze fasulye, domates, salatalık (hıyar) ve benzeri gıda maddeleri teknik olarak meyvedir. Geriye kalanlar, yani patetes, havuç, şalgam, soğan, sarımsak gibi bitki köklerri, lahana, marul gibi bitki yaprakları, hatta aslında bir çiçek olan karnabahar bilen birer sebzedir. Bu arada belirtmekte fayda var; biz bitkilerin değişik kısımlarını yeriz. Örneğin, maydanoz yetiştiği bitkinin yaprak kısmı iken, karabiber ağacın meyvesi, tarçın kabuğu, susam ise bitkisinin tohumudur.

Güneşe yaklaştıkça hava niçin soğuyor?

Dünyamızdaki ısının kaynağı güneş olduğuna göre ve bir dağın tepesi güneşe daha yakın iken orada hava niçin daha soğuk oluyor? Öncelikle şunu söyleyelim ki, güneş ile dünya arasındaki mesafeyi düşünürsek, bir dağın tepesine çıkmakla bu mesafedeki azalış çok önemsiz kalır. Güneş dünyamızdan 149.5 milyon kilometre uzakta iken dünyamızdaki en yüksek dağın yüksekliği 9 kilometreyi bile bulmaz. (Everest: 8.846)
Biz zaten her gün evimizde otururken dünyanın kendi çevresinden dönmesinden dolayı, dünyanın çapı kadar, güneşe 12 bin kilometre yaklaşıp uzaklaşıyoruz. Elips şeklindeki yörüngesinde dünya güneşin etrafında dönerken güneşe en fazla yaklaştığı mesafe 147 milyon, en uzaklaştığı mesafe ise 152 milyon kilometredir. Yani dünya zaten bir yıl içinde güneşe 5 milyon kilometre yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Bu durum dünyamızdaki ısıyı pek etkilemez, mühim olan ışınların dik gelmesidir.
Güneşin dünyamızda yarattığı sıcaklık, ışınların yeryüzünde yansıması ile olur. Ondan sonra yükseldikçe nemli havda her kilometrede yaklaşık 6-7 derece düşer. Yani Everest'in dibi ile tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı olması doğal. Bu sıcaklık düşüşü atmosferin birinci katmanına kadar böyle sürüyor. Yani yeryüzünde ısı 25 derece iken 11 kilometre tepemizde -50 dereceye kadar düşüyor. Bundan sonra sıcaklık değişiminin akıl almaz dansı başlıyor.
Atmosferin ikinci tabakası olan ve içinde ozon tabakası da bulunan 11. ve 48. kilometreler arasında hava ısısı bu sefer tam tersi yükseldikçe artıyor, tekrar sıfır dereceye kadar çıkıyor. 48. kilometreyi geçip 3. tabakaya girince ta 88. kilometreye gelene kadar tekrar düşüşe geçiyor. Bu tabakanın sonunda, yani 88. kilometrede -80 derecelere kadar düşüyor. Bundan sonra da sürekli yükselişe geçerek güneşe yaklaştıkça artıyor.
Güneşin yüzeyinden 2 milyon derece sıcaklıkla çıkan ışığın 149.5 kilometre yol kat ettikten sonra dünyamız yüzeyine yaşayabileceğimizbir ortamı yaratacak şekilde bu kadar ince ayarla gelmesi hakikaten inanılmaz.
Yeryüzünde ısınan havanın yükseldiği doğrudur, ama hava bu enerjisini yükselirken harcar ve dağın tepesine ulaştığında çevre hava ısısı ile aynı ısı derecesine gelir. Dağ tepesinin soğuk olmasının bir başka nedenidağ yüzeylerinin şekilleri dolayısıyla güneş ışınlarını dik alamamalarıdır. Bu nedenle dağların etekleri bile serin olur, burada ısınıp yükselen bir hava tabakası bile oluşamaz. Ayrıca dağdaki kayalarla birlikte kar ve buz da güneş ışınlarını fazla emmez ve çoğunu yansıtırlar.
Yeryüzünün ısınmasında bulutlar da önemli rol oynarlar. Dikkat ederseniz bulutsuz geceler, bulutlu gecelerden daha soğuktur. Çünkü bulutlar yerden gelen ısıyı tekrar yere yansıtırlar. Dağ zirvelerinde ise ne bu sıcaklığı yere tekar yansıtacak bulut vardır, ne de onu tutacak yoğunlukta atmosfer.

Cereyan kesilince telefonlar nasıl çalışıyor?

Size şaşırtıcı gelebilir ama, telefon evimizdeki en basit cihazdır. O kadar basittir ki, ana yapısı yüzyıldır değişmemiştir. Eğer 1920'li yıllardan kalma bir antika telefon bulabilirseniz, fişini duvardaki deliğe takın, gayet iyi çalışır.
Telefon sistemi o kadar basittir ki, evimizin bir ucuna bir aparat, diğer ucuna bir başka aparat koyup, bunları birbirlerine araya dokuz voltluk bir pil ve bir rezistör koyarak bağlarsınız, kendi interkom sisteminizi yaratmış olursunuz. Bu telefonlarla kendi aralarında rahatça görüşme yapılabilir.
Telefonlarımızı duvardaki duylara ve oradan da santrallere bağlayan, genellikle biri kırmızı, diğeri yeşil iki kablo vardır. Yeşil kablo konuşma için ortak hat olup, kırmızı kablo vasıtası ile santralden telefonumuza 6 ile 12 volt arası, 30 miliamper seviyesinde bir akım gelir.
Eğer basit bir granüllü ahizeye sahipseniz, sesinizin dalgaları, bu granülleri az veya çok sıkıştırarak, santralden kırmızı kablo ile verilen, yaklaşık bu 9 voltluk akımın karşı tarafa değişik kuvvetlerle gitmesini sağlar. Karşı tarafta kulaklıkta da, bu defa tam tersi olur ve bu değişik akımlar titreşim yolu ile sese çevrilir.
Telefon konuşmasını ileten bu çok zayıf akımı çok uzaklara taşıyabilmek için bir frekans limitlemesi yapılmıştır. Yani frekans olarak 400 saykılın altında ve 3400 saykılın üstündeki sesleri sistem kabul etmez, yok farz eder. Bu nedenledir ki, bazılarının sesleri telefonda daha farklı gelir.
Telefonun çalışabilmesi için gerekli 6-12 volt akımın telefon santralınden gelen bakır telle sağlandığını belirtmiştik. Bu nedenle evinizde cereyan kesilse bile, telefona gerekli akım santralden sağlandığı için, çalışmaya devam edecektir.
Peki telefon santralının cereyanı kesilirse ne olur? Bu duruma karşı santrallerde çok büyük bir batarya sistemi bulunmaktadır. Ayrıca bir de yedek elektrik jeneratörü vardır ki, cereyanın kesilme durumunda bütün telefon şebekelerini beslerler ve telefonların çalışmasını sağlarlar.

POLIS KAYITLARINA GEÇMİŞ KAYSERİDE YASANMIS GERCEK BIR HIKAYE



Hirsizin biri, bir evin Çatısına Çıkmış ve anten kablosunu kesmis.
Evin reisi de tam TV'ye dalmisken yayin kesilince televizyonunu biraz kurcalamis, Bozuldu herhalde"diyerek yatmis.
Ertesi gun adam ise gittikten sonra hirsiz kapiyi açıp adamin karisina,Yenge, beni abi gönderdi
, televizyon bozuk, alin da bir bakin dedi" demis. Saf kadincagiz da televizyonu vermis. Aksam adam eve gelip de televizyonu görememis ve karisindan olayi ögrenince dumura Ugramis tabii. O hafta sonu balkonda keyif yaparlarken bizim hirsiz asagidan islik çala çala onlara bakarak sokaktan geçmiş.
Kadin hirsizi tanimis ve Bak bey! Televizyonu çalan adam iste buydu!!" demis.
Adam bunu duyunca pijamalarla adami kovalamaya baslamis. 5 dakika sonra diger hirsiz adamin evine gelip, karisina Yenge, ben polisim, abi hirsizi yakaladi. Simdi karakoldalar. Pantolonuyla, cüzdanını istiyor."
demis ve kadin da vermis normal olarak. Adam hirsizi uzun bir saat kovaladiktan sonra kan ter içinde eve dönmüş...
VEEE yine dumur! artik adam karisini ne yapmis bilinmiyor ???

Uyumazsak ne olur?

Hayatımızın 1/3’ü uyumakla geçiyor. Napolyon ve Florence Nightingale bir gecede ortalama 4 saat uyurken, Thomas Edison uyumanın sadece zaman kaybı olduğunu savunuyordu.

Peki, o zaman neden uyuma ihtiyacı duyuyoruz? Bu soru yüzyıllar boyunca bilim adamlarının merak ettiği ancak cevabını kesin olarak veremedikleri bir sorudur. Bazıları uykunun günlük aktiviteler sırasında harcanan enerjiyi geri kazanmak için gerekli olduğunu savunuyor.

Ancak şaşırtıcı bir gerçek de şu yönde: 8 saatlik uyku esnasında depolanan enerji sadece 50 Kcal; yani yediğiniz bir tostun verdiği enerjiyle aynı.

Uyuyoruz çünkü konuşma, hafıza ve esnek düşünmeyle ilgili değerlerimizin normal ölçülerde seyretmesi için uykuya ihtiyaç duyuyoruz. Diğer bir deyişle, uyku beyin gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip.

Uyumazsak ne olur?

Uyumanın önemini anlamak için uyumazsak başımıza neler gelir onları düşünün. Uyku eksikliği beynin çalışmasını ciddi ölçüde etkiler. Unutkanlık, dalgınlık, kendini rahatsız hissetmek yaşanması muhtemel durumlardandır. Sadece bir gece uykusuz kalındığında konsantrasyon büyük ölçüde azalır ve istediğimiz şeye odaklanmada büyük zorluk çekeriz.

Sürekli olarak yetersiz uyku ile ayakta kalmaya çalıştığımızda, beynin konuşmayı, hafızayı, planlamayı ve zaman algısını kontrol eden bölümü ciddi bir şekilde sekteye uğrar ve kendini “kapatır”.

Uykusuzluk sadece bilişsel aktiviteleri değil aynı zamanda duygusal ve fiziksel halimizi de etkiler. Uyku apnesi gibi aşırı uykusuzluktan kaynaklı hastalıklar başımıza bela olabilir. Araştırmacılar uykusuzluğun kilo almayla da yakından ilişkili olduğunu belirtiyor. Çünkü kilomuzu korumak için gerekli olan kimyasal maddeler uyku esnasında salgılanıyor.

Ne kadar uyku idealdir?

Herkesin uyuması gereken süre birbirinin eşdeğeri değildir. Ortalama uyku süresi 7,75 saat olsa da bazıları 5, bazıları ise 11 saat uykuyla kendini dinlenmiş hissedebilir.

Yalnızca insanların değil hayvanların da uyku süreleri birbirinden oldukça farklıdır.

Tür             Günlük ortalama uyku miktarı
Piton                        18 saat
Kaplan                     15.8 saat
Kedi                        12.1 saat
Şempanze                9.7 saat
Koyun                     3.8 saat
Fil                           3.3 saat
Zürafa                     1.9 saat
En uzun süre uykusuz kalma rekoru 1965 yılında  tarafından kırılmıştır ve Gardner 11 gün uyumadan kalmayı başarmıştır. 4 gün sonra halüsinasyon görmeye başlayan Gardner, birkaç gün sonra kendini ünlü bir futbol oyuncusu sanmış ve araştırmanın sonuna doğru bilişsel aktiviteleri ciddi ölçüde düşmüştür.

İnsanların niçin bazıları solaktır?

İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak olmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabailirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, katılımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyonlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil.
İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır.
Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol yarısının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yarısının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her, iki yarısının da birbirinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü.
Solakların oranı hakkında çeşiti görüşler var. Genel görüş bunun 1/9 oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özleştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar, aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır.
İngilizce'de sol anlamındaki "left" kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan "lyft" kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki "right" ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.

Evren ne renktir?

Resmi olarak bejdir.

2002'de, Johns Hopkins Üniversitesi'nden Amerikalı bilimciler, Avustralya Kırmızıya Kayan Galaksileri İnceleme Kurumu'nun topladığı 200.000 galaksi ışığını inceledikten sonra evrenin soluk yeşil renkte olduğu sonucuna vardılar. Evren göründüğü gibi, gümüşi parçalarla siyah değildi. Dulux renk katalogunu standart olarak alırsak, bu renk, Meksika yeşili, yeşim yeşili ve Shangri-La ipek yeşili arasında bir yerde yer alıyordu.

Bununla birlikte, Amerikan Astronomi Derneği'ne yapılan açıklamadan birkaç hafta sonra, hesaplamalarında bir hata yaptıklarını ve evrenin aslında daha çok köstebek derisi renginin kasvetli bir tonu olduğunu itiraf etmek durumunda kaldılar.

17. yüzyıldan bu yana, en büyük ve en meraklı zihinlerin bazıları geceleyin gökyüzünün neden siyah olduğu üzerine kafa yordu. Eğer evren sonsuzsa ve eşit biçimde dağılmış sonsuz Sayıda yıldız içeriyorsa, baktığımız her yerde bir yıldız bulunmalı ve gökyüzü geceleyin gündüz gibi aydınlık olmalıydı.

Bu durum, bu sorunu 1826'da tanımlayan Alman gökbilimci Heinrich Olbers'e (bunu yapan ilk kişi değildi) atfen, Olbers Paradoksu olarak bilinir.

Şu ana kadar hiç kimse bu soruna gerçekten doyurucu bir cevap sunamadı. Belki yıldızların sayısı sonsuz değildir, belki en uzaktaki yıldızların ışığı bize henüz ulaşmadı. Olbers'in çözümü şuydu: Geçmişteki bir zamanda bütün yıldızlar ışık saçmıyordu ve bir şey onların ışık saçmaya başlamalarını sağlamıştı.

En uzaktaki yıldızların ışığının hâlâ yolda olduğunu ilk söyleyen kişi, kehanet gibi şiirsel düzyazısı Eureka (1848) ile Edgar Allan Poe'ydu.

2003'te Hubble Uzay Teleskopu'nun Ultra Derin Alan Kamerası, geceleyin gökyüzünün en boş görünen kısmına doğrultuldu ve film bir milyon saniye (yaklaşık 11 gün) boyunca ışıklandı. Ortaya çıkan fotoğraf, her birinde evirenin belirsiz uçlarına uzanan yüz milyonlarca yıldızın bulunduğunu ve bugüne dek bilinmeyen on binlerce galaksiyi gösteriyordu.

fotoğroflarda gözler neden kırmızı çıkar?

Geceleri flaşla çekilen fotoğroflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki fotoğraftaki güzelliği bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaşla çekilen fotoğraflarda olmaz?
Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabakada retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.
Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanz, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur.
Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.
Günümüzde, birçok fotoğraf makinesinde, gözün bu kırmızı görüntüsünü azaltacak önlemler alınmıştır. Bu makinelerde flaş iki kere çakar. Birinci çakış resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeğinin küçülerek gözdeki yansımayı azaltmasına zaman tanır. İkincisi de tam fotoğraf çekilirken olur ki, gözbebeği olması gereken durumu almıştır zaten. Başka bir önlem de odadaki bütün ışıkları açarak gözbebeğinin önceden küçülmesini sağlamaktır.
Geceleri flaşlı fotoğraflarda, gözlerin kırmızı çıkmasının önlenmesinin bir yolu da flaşı objektiften olabildiğince uzak tutmaktır. Günümüzde fotoğraf makineleri o kadar küçülmüştür ki, flaş makinesinin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flaşın ışığı göze gelip yansıyarak geri döndüğünde doğrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze dışarıdan, her yönden ışık geldiği için, flaşın ışığı bunların arasında daha az oranda gözümüze girer ve kırmızı göz olayı yaratmaz.

Günlerin isimlerini kim koymuş?



Haftanın günleri Arapça, Farsça gibi dillerden bize gelmiş. Anlamları şöyle:

Pazar: Farsça bazar (alış veriş için kurulan yer, Pazar)'dan. Pazar'ın kurulduğu gün.
Pazartesi: Pazar'ın ertesi günü
Salı: İbranice salis (üç)'ten, haftanın üçüncü gününe denk gelen gün.
Çarşamba: Farsça cehar-şenbe (dördüncü gün, cehar: dört, şenbe:gün)'den
Perşembe: Farsça penç-şenbe (beşinci gün, penç: beş, şenbe gün)'den
Cuma: Arapça Cem'den Cuma (toplanma, toplantı anlamında) İslam dininin doğuşundan sonra Müslümanların haftada bir toplanıp toplum işlerini görüştüğü, birlikte ibadet ettiği toplanma günü.
Cumartesi: Cuma'nın ertesi günü.

Cep telefonunun yaydığı elektromanyetik dalgalar insan sağlığı için zararlı mı?



Elektromanyetik dalgalar enerjilerine göre iyonlaştıran ve iyonlaştırmayan radyasyon diye ikiye ayrılır. İyonlaştıranlar esas zararlı olan dalgalardır, x-ray gibi. Işık ve radyo dalgaları gibi iyonlaştırmayan radyasyon ise zararsızdır.

Cep telefonunun kullandığı dalgalar da bu gruba dâhildir. Yüksek derecede iyonlaştıran radyasyona maruz kalmak kanser riskini arttırabilir, ancak iyonlaştırmayan radyasyona yoğun olarak maruz kalınsa bile ancak ortaya çıkan ısıdan dolayı yanık tehlikesi oluşabilir; uzun süreli hastalıklara yol açmaz. İyonlaştıran radyasyon yüksek enerjidedir ve hücredeki DNA yapısını değiştirebilir. Hatta hücrede kalıcı hasar bırakıp öldürebilir ve kanser olmasına yol açabilir.

İyonlaştırmayan radyasyon ise hücreyi berelemek veya öldürmek için yeterli enerjiye sahip değildir. Bu konu, lunaparkta kriket topuyla vurmaya çalıştığın Hindistan cevizi ile anlatılabilir. Hindistan cevizi ya sallanır ve düşmeden dengesini bulur (hücrenin kendini onarması diyebiliriz buna) ya da yere düşer yani kanser olur. Ancak aynı Hindistan cevizini bir pinpon topuyla vurmaya çalışırsanız onu asla yere düşüremezsiniz. Üst üste onlarcasını atsanız yine de yerinden kımıldamaz. Yani hücreye bir zarar veremez. Pinpon topu burada iyonlaştırmayan radyasyona örnektir.

Kaldı ki iyonlaştıran radyasyon da her zaman zarar vermez. Örneğin radyoterapi olarak kanser hastalarının tedavisinde kullanılabiliyor. Her yıl 100 binin üzerinde kanser hastası radyoterapi görüyor İngiltere’de. Klinik hata oranı ise yüzde 0.003. Bu sebepten ölüm riski ise 200 binde bir. Bu arada cep telefonunu çok kullandığınızda ısınmasının radyasyonla bir ilgisi yoktur ve uzun süreli kalıcı zarara yol açmaz.

Isınması elektronik parçalardan kaynaklanır. Bir konu da cep telefonlarının beyin tümörlerine yol açıp açmadığı. The International Agency for Research on Cancer (IARCU uluslararası Kanser Araştırmaları Ajnsı) tarafından 13 ülkede yeni gerçekleştirilen Interphone adlı bir araştırmada, cep telefonu kullanımıyla beyin tümörü arasında herhangi bir bağlantı bulunamadı.

GDO canavar mıdır yoksa kendisine haksızlık mı ediyoruz?



Tarımda genetik modifikasyon güvenli bir teknolojidir ve tarımda devamlılığı sağlamak için gereklidir. Darwin GDO’yu duysa pek şaşırmazdı. Çünkü o tüm yaşayan organizmaların birbirleriyle bağıntılı olduğunu ortaya koymuştu.

GDO teknolojisi de bunu kullanır, türler arasında gen geçişleri yaratır. DNA DNA’dır doğaya göre, kaynağının ne olduğu mühim değildir, işine yarayan DNA’yı işine gelen puzzle’da kullanır. Zaten yaşamdaki çeşitlilik de türler arası böyle DNA aktarımlarıyla oluşmuştur.

Bu nedenle GDO teknolojisinde bir sorun yok. Üstelik küresel pazarda yiyecek talebi 2030 yılı itibarıyla yüzde 50 olarak artacak. Bu ancak modern biyoteknoloji yöntemleri kullanarak karşılanabilir.

BARKOD NEDİR ???



Bu günlerde çarşı pazardan aldığınız her şeyin üzerinde bir etiket var. Bu etikette kalınlıkları farklı dikey çizgiler ve bazı numaralar bulunuyor. Kasiyerler bu malın etiketli tarafını bir camın üzerinden geçiriyor veya etikete bir ışık tutarak, fiyatlarını otomatik olarak yazar kasalarına geçiriyorlar.
Barkodlar önceleri marketler için, işlemlerini hızlandırmaları ve stoklarını daha iyi kontrol edebilmeleri için hazırlanmıştı. Ancak sistem o kadar başarılı oldu ki, süratle her tiptesatılan eşyaya konulmaya başlanıldı.
Şimdi, süpermarketten aldığınız ve üzerinde barkd olan herhangi bir malı elinize alın ve bu bir tip etikete bakarak anlatacaklarımızı dinleyin.
Gördüğünüz gibi, bir barkodda iki kısım vardır.
1) Makinenin opkuduğu dikey çizgiler kısmı;
2) İnsnların okuyabildiği 12 adet rakam.
İlk altı rakam eşyanın tanmım numarası olup, üreticiler yılık bir ücret karşılığında, bu kodlaeı veren uluslararası bir konseyden kendi ürünlerine tahsis ettirebilirler.
İkinci gruptaki ilk beş raklam malzeme numarasıdır. Aynı kod birden fazla çeşitteki ürün için kullanılmaz. Yani üreticinin sattığı her değişik üründe, her değişik paketlemede, hatta paketlerin koli olarak tekrar paketlenmelerinde hep değişik malzeme numarası verilir. Böylece markette ne kadar mal satıldığı, depoda ne kadar kaldığı, hep kontrol altında tutulur.
Örneğin, teneke kola ile şişe kolanın kod numaraları farklıdır. Hatta kutu kolanın bir kolide 6'lık, 12'lik veya 24 adet bulunması durumunda bile farklı kod verilir.
Sağdaki en son rakam ise kontrol numarasıdır. Bu numara bütün taranan dikey çizgilerle hafızaya alınan bilgilerin, bir çeşit sağlamasını yapar.
Görüldüğü gibi, barkodun üzerinde, malın fiyatı ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Kasiyer barkodu taradığında sinyal sistem içinde bir merkeze gider, buradaki bilgisayar barkod numaralarına göre girilmiş ve her zaman değiştirilebilir fiyat bilgisini derhal kasaya gönderir. Bu merkez mağazadaki malların fiyatlarını her zaman değiştirebilme imkanı sağlar.
Çeşitli kalınlıktaki dikey, kalın ve ince çizgiler ile aralarındaki boşluklar, çeşitli kombinasynlarda dizilerek, her biri, bir rakamı temsil eder yani altlarındaki rakamın bilgisyar tarafından okunmasını sağlarlar.

Avrupanın İlk fatihi ??

Olay Budur :))))

Aynı konunun 3 versiyonu...
1- Kadin/Erkek
2- Kadin/Kadin
3- Erkek/Erkek

1.Versiyon Kadin / Erkek: Bir erkegin hayati nasil karartilir?

Kadin: Saçimi kestireyim mi?
Erkek: Olur.
Kadin: Ama kiyamiyorum.
Erkek: Öyleyse kestirme.
Kadin: Canim degisiklik istiyor...
Erkek: O halde kestir.
Kadin: Bana akil vermeyi birak, delilere verir gibi.
Erkek: Eger nasil hosuma gittigini bilmekistiyorsan, sana derimki uzun saçli. Bunu biliyorsun.
Kadin: Beni tanidiginda kisaydi.
Erkek: Ve sana tam olarak ne dedigimi hatirliyorum: 'Ne güzel olurdun uzun saçla'.
Kadin: Ama herkes kesmemi söylüyor.
Erkek: Bu durumda kuaföre git ve birak uyuyayim lütfen. Bunu senden Allah rizasi için istiyorum.
Kadin: Peki nasil kestireyim? Kat kat mi yoksa perçemli mi?
Erkek: Kat kat.
Kadin: Bana yakisacagini sanmiyorum, çünkü saçim çok düz.
Erkek: Birak perçemli olsun.
Kadin: Çok yorucu.
Erkek: Yordugu zaman tekrar kestirirsin.
Kadin: O zaman asla uzatamam.
Erkek: Uzatmak istiyorsan kestirme güzelim.
Kadin: Bana güzelim deme!!!!!!!
Erkek:?!?!?!?!!

2.Versiyon Kadin / Kadin:

1.Kadin: Ah sekerim saçini mi kestirdin? Ne kadar güzel olmussun!!!
2.Kadin: Ay sahi mi söylüyorsun? Ben pek emin olamiyorum. Ay çok mu kisa oldu acaba...??
1.Kadin: Amaaan ne alakasi var. Benim yüzüm bu kadar genis olmasa ayni kesimi bende denerdim. Benim su saçim klasik oldu artik, yeni bir modele hiç cesaret edemiyorum.
2.Kadin: Ay yapma Allah askina nesi varmis yüzünün.... Bak söyle suralarindan kat verdirsen, harika olur!! Benim de boynum uzun olmasa ayni seninki gibi bir model yaptirirdim.
1.Kadin: Ah sekerim sende bir alemsin. Keske benimde boynum seninki gibi olsa. En azindan su çökük omuzlarimin dikkat çekmesini engellemis olurdum.
2.Kadin: Ayol sen ne diyorsun?.. Senin gibi omuzlari olsun isteyen bir sürü kiz var... Giydigin her sey sana öyle yakisiyor ki.. Birde benim su kisa kollarima bak. Omuzlarim seninkiler gibi olsaydi, giydigim bluzlar üstümde emanet gibi durur muydu? Vir vir vir, dirdirdir...

3.Versiyon Erkek / Erkek:

1.Adam: Saçini mi kestirdin?
2.Adam: Evet
1.Adam: Sihhatler olsun abi!..
2.Adam: Sagol...
Olay budur !

Yakışıklı bir çocuk görürsün..

Yakişikli bi çocuk görürsün, tanisirsin,arkadaslarina hava atarsin, hevesin kaçar. Yakisikli bi cocuk gorursun, hayal edersin, birileri yoluyla tanisirsin, çikarsin, hava atarsin, hevesin kacar.Yakisikli bı çocuk görürsün,hayal edersin, ugrasirsin,çok kafaya takarsin,senin olur hevesin kacr. Sonra bi çocuk gorursun, oda seni gorur, kolay ulasirsin, agzina si*ar vazgecemezsin

İZMİR-İSTANBUL ARASINDAKİ FARK

İzmir in kızları doğuştan güzeldir.
İstanbul'un kız...ları sonradan olma güzeldir. *
İzmir de denize sadece bakılmaz, aynı zaman da yüzedebilirsin de.
İstanbul da denize bakıp şiir yazarsın. Atlarsan, öteki arafı boylarsın.
İzmirin şöferleri ambulans v.s. ve 34 plaka gördüler mi kızıldeniz gibi yolu açarlar..
İstanbul un şöferleri bi enayi yol verse de ambulansa,
arkasına takılsam diye bakarlar.
İzmir in dağlarında çiçekler açar.
İstanbul'un dağlarında öbek öbek kaçak yapılar, değil gece gündüz de konarlar.
İzmir de biri "imdat!" dedi mi yardıma koşarlar.
İstanbul da biri "imdat!" dedi mi kameralarını almaya koşarlar.
İzmir de çantanı bi yerde unuttun mu arkandan gelir.
İstanbul da sen onun arkasından koşarsın.
İzmir yaşanacak yerdir.
İstanbul bi arkadaşa bakılıp çıkılacak yerdir..

Hayata farklı açıdan bakabilmekle ilgili şöyle bir hikaye anlatılır...

"Birgün New-York'ta bir grup iş arkadasi, yemek molasında dişarıya çıkar.
Gruptan biri, Kizilderili'dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin
çikardigi gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kizilderili,
kulagina cırcır böceği sesinin geldigini söyleyerek cırcır aramaya başlar.
Arkadasları, bu kadar gürültünün arasinda bu sesi duyamayacağını, kendisinin
öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam eder.
Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kizilderili,
yolun karsı tarafına dogru yürür, arkadası da onu takip eder. Binaların
arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği
bulurlar.
Arkadaşı, Kizilderili'ye: "Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl
duydun?" diye sorar.
Kizilderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek
olmadığını söyleyerek, arkadasına kendisini takip etmesini söyler. Kaldırıma
geçerler ve Kizilderili cebinden çıkardığıbozuk parayı kaldırımda yuvarlar.
Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun
ceplerinden düsüp düsmedigini kontrol eder.
Kizilderili, arkadağına dönerek: "Önemli olan, nelere deger verdigin ve
neleri önemsediğindir. Her seyi ona göre duyar, görür ve hissedersin." der.

doğruya doğru değil mi ?

İlk tanışma döneminde sürekli ilgi gösteren,yakınlaşınca bir vites düşüren elde edince vitesi boşa alan kişiye Türk erkeği denir

Neden yatağınızın başucunda aspirin olsun?

Kalp krizleri hakkında;

Sol kol ağrısı dışında başka işaretleri de var kalp krizinin..

Yoğun ense ağrısı, kusma, terleme de daha seyrek ama gözardı edilmemesi gereken belirtilerden.

Not: Kalp krizinde göğüste illa ki ağrı olacak diye bir şey yok!!.
Uykularında kalp krizi geçiren çoğu (yaklaşık 60%) insan, bir daha uyanamadı. Yine de, yoğun göğüs ağrısı ile de uyanabilirsiniz.
Diyelim ki başınıza geldi, derhal ağzınıza iki aspirin atın bir damla su ile yutun Sonra da:
- Yakında oturan bir akraba ya da arkadaşınızı arayın.

- "kalp krizi!" deyin
- 2 aspirin aldığınızı da söyleyin .
- Mutfak ya da holden bir sandalye alıp giriş kapısına yakın bir yere oturun ve, yardımın gelmesini bekleyin.


~Sakın yere uzanmayın!!!~
Bir kalp cerrahına göre, eğer bu mesajın ulaştığı herkes, en az 10 kişiye dağıtırsa, muhtemelen bir kişini hayatı kurtulabilir.

İthal Öğretmen İstemiyoruz

Milli Eğitim Bakanlığı, önümüzdeki yıldan itibaren yılda 10 bin olmak üzere 4 yılda 40 bin “ithal öğretmen” getirmeye hazırlanıyor.

Yıllarca okuyup halen atanamayan 350 bin öğretmen varken yurt dışından öğretmen ithal etmek de neyin nesi? Onlarca sene atama bekleyip sonunda bunalıma girip intihar eden öğretmen adayı gençlerin sayısı her sene artarken, bu konunun gündeme getirilmiş olmasını bile KINIYORUZ!

Ayrıca yurdun en ücra köşelerinde mücadele eden Türk öğretmenleri cebinden para harcayıp öğrencisine test alırken, acaba ithal edecekleriniz ne kadar fedakarlık gösterebilecek merakla bekliyoruz.

Biraz gülelim...akrep sokan NİHAT DOĞAN DESTANI

Akrep sokan Nihat Doğan için Survivor destanı:
Nihat Doğan öldü mü?
Issız Acun kaldı mı?
Nouma kobrayı saldı mı?
İmdi yürek yırtılır...:))

Sevdiğim Karikatürler :)



Bunları Biliyormuydunuz ?

Bugüne kadar saptanabilen en yaşlı kayaçlar Grönland'ın batısında bulunmuştur ve 4,1 milyar yasindadir.



Mısır piramitleri dış bölümünde kireç taşı ve kral odalarında granit kullanılarak inşaa edildi. 150 tonluk granit blokları kesmek o zaman bakır araçları ile mümkün olmadığı için, eski Mısırlı piramit ustaları granitin üzerine kum dökerek bakır araçlarla kesim işlemini gerçekleştirdiler. Yani granit blokları asıl kesen bakır araçlar değil, kum oldu. 


Alman Heino Monster dünyanın en küçük dergisini çıkarıyor. Mahalle dedikodularını yazdığı haftalık dergi 3.5x2. santimetre boyutlarında. 

Büyük Beyoğlu yangını olarak bilinen 1870 yılında meydana gelen yangın, Osmanlı İmparatorluğu’ nda yangın güvenliği ve yangın sigortası için bir başlangıç olmuş, Beyoğlu bugünkü şeklini bu yangından sonra almıştır.

Fasın eski imparatorlarından Muley İsmail'in 548'i erkek,340'ı kız olmak üzere 888 çocuğu vardır.
HAREKET EDEN TAŞLAR
ABD'nin Kaliforniya ile Nevada eyaletlerinin sınırında bulunan Death Valley (Ölüm Vadisi), "hareket eden taşları" ile yıllardan beri bilim adamlarını çekiyor. Günlerce gözlemlenen taşların yer değiştirmesi ise tüm araştırmalara rağmen açıklanamıyor.Bir teze göre, rüzgar, taşların kum üzerinde kaymalarını sağlıyor. Ancak yüzlerce kiloluk taşları hareket ettirecek kadar şiddetli rüzgarlar kaydedilmiyor. Ayrıca aynı noktadan hareket etmeye başlayan taşların nasıl olup da farklı yönlere yöneldiklerini kimse açıklayamıyor.Rüzgar teorisine karşı çıkanlar "Rüzgar, aynı noktadan hareket etmeye başlayan iki taşı aynı yöne kaydırır. Ama burada durum farklı" diyor.
İlk uçurtmanın M.S. 1. yüzyılda bir çinlinin şapkası uçmasın diye ucuna bir ip bağlamasıyla ortaya çıkmıştır.
İlk plastik nitroselüloz, kafur ve alkolün karışımıyla Birmingham kentinde Alexander Parkes tarafından yapıldı. Üretimine ise Londra' da, 1866 yılında Parkes tarafından başlandı. Bulucusuna göre, bu ilk plastik, gerçekten harika bir maddeydi.
Hz. Hüseyinin kerbelada kafasını kestikten sonra top oynayanların soyundan gelen herkesin bacakları halen şişkindir.
Bugüne kadar ölçülmüş en büyük buz dağı, 200 mil uzunluğunda ve 60 mil genişliğindedir ve Belçika'dan daha büyük bir yüzölçümüne sahiptir.
Orta Amerika’da hem Atlantik hem de Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan küçük ülkenin çeşitli yerlerinde mükemmel biçimde yontulmuş, en büyüğü 2,7 metre çapında, 16 ton ağırlığında olan çok sayıda taş bulunuyor. 1930 Yıllarında “Kosta Rika taş küreleri” nin kimin tarafından yapıldığı ve nasıl oluştuğu hala bilinmiyor .